Buranın geceleri farklıdır.

Sokaklarında gezinirken iğde kokularının rayihası başınızı döndürür.Buranın evleri de farklıdır.Şehirlerdeki gibi üst üste ve baktığınızda gözü,ruhu yoran beton yığınları bulamazsınız.Belki evler  eskidirler ama yaşanmışlık kokarlar.Sevdaların en dik âlâsını,hüznün en dibe vuranını,ölümün en acısını,fukaralığın en katmerlisini yaşamışlardır. Ama gene de hayata papuç bırakmaz bir tebessüm vardır yüzlerinde hüzünle örtülü… Buralarda akşamın alacasından itibaren şose sokaklarında ve Arnavut kaldırımlarında ayak sesleri birbirine dolanmaz.Tek tük yalpalayan olsa da, kendi sessizliğinde akar gider evinin yoluna doğru.Ahşap merdiven gıcırtıları geç vakitlere kadar devam eder her defasında içlerinden onu tamir etmek geçse de sahiplerinin.

Buraların rüzgârları konuşuyormuş gibi mistik bir ıslıkla eserler gençlerin bağırlarına, ihtiyarların nuranî sakallarına ve teyzelerin eşarplarına. Açık pencerelerden bazen şen kahkahalar,bazen meraklı başlar sarkar sokaklara kısa aralıklarla.Sokak lâmbalarının ölgün ışıklarıyla birlikte mahalle camisinden yükselen saba makamında okunan ezan sesi,birkaç cılız kedi ile birkaç çelimsiz köpek karşılar yeni doğan günü.Şafak kendini göstermeye başladığında âdeta yere basmaktan imtina eden cami cemaatinin ayak sesleri önce topluca ardından birer birer dağılır sokak aralarına.Önce çaycı Kürt Hakkı açar kahvehanesini.Ardından evlerden birer birer sökün eder esnaf.Ve eski tip,genelde yağsız kepenklerini besmeleyle,sessizliği yırtarak açarlar.Marangoz lâz İbrahim komşularıyla selamlaşıp, görev taksimi yaparak ,sabah kahvaltısı için kimin ne alacağını söyleyerek Leblebici Ali’nin oradan biraz tulum peyniri,50 gram kadar zeytin,yarım paket yağ alıp doğru Kürt Hakkının ahşap sandalye ve masasına elindekileri yerleştirmeye durur.Diğer esnaf arkadaşları fırından yeni çıkmış el yakan pideleri getirip daha oturmadan masaya Hakkı ağabey bize büyük bardakta üç çayyy! Deyip sıcacık pideyi bölerken,onun katkısız buğday kokusu taaa yan masalara kadar yayılır.Yan masadakileri ısrarla hiç değilse bir iki lokma almaya davet ısrara dönüşünce üç kişilik masa bazen yedi sekiz kişiye dönüşüverir.

Kısa sohbetler,yutulan lokma ve çay karıştırma sesleri arasında Keskin güne iyice uyanır.Bu ilçede herkes lâkabıyla anılsa da,memleket meselelerinde, ölümlerde, düğünlerde, sünnetlerde  her dâim tek yürek olmayı bilmişlerdir yaşayanlar.Bazen çek veya senet ödemlerinde sıkıştıklarında esnaf genelde birbirlerine destek olmuştur.

Ve yine bu dönemlerde, bu küçük ilçede Yeni Sinema,Tayyar’ın sineması (eski sinema) olmak üzere iki sinema vardı.Cumartesi gündüz matineleri sadece bayanlaraydı .

Keskin’in hanımları ,kızları ve çocuk yaştaki,henüz ergenliğe ermemiş erkeklerin ellerinden anneleri tutar,sinemaya gelirlerdi.Özellikle Zeki Müren,Türkan Şoray filmleri kapalı gişe oynardı.Bu duygusal filmlerden çıkan bayanların gözleri ağlamaktan şişerdi âdeta.Çocukluğumdan hatırlarım,marangoz olmasına rağmen babam,demirci İbrahim Turpar,pazarlarda kara lastik satan rahmetli babamın teyzeoğlu Mehmet Salihpaşaoğlu ve daha nice esnaf en temiz,en şık kıyafetlerini giyer,traş olup öyle giderlerdi sinemaya. Önemserlerdi birbirlerini.Bu insanlar ailece sık sık birbirlerine oturmaya giderlerdi. Saygı,sevgi ,uzun sohbetlerde bağırıp çağırmadan konuşmaları bu gün gibi hâlâ kulaklarımda.Neredeyse çevremdeki ve mahalledeki bütün tanıdığım teyzeler, büyük anneler namazlı niyazlı kişilerdi.

Sokakta hiç biri küçükte olsa,bir erkeğin önünden geçmezdi saygı gereği.Ve buna rağmen bir tanesinin bile kara çarşaf giydiğini hatırlamam.Bizler,o dönemlerde,büyük ağabeylerimize gıptayla bakardık.Askerlik anılarını,gurbet hatıralarını,yada artist olmak için İstanbul’a gidip döndüğünde maceralarını ballandıra ballandıra anlatanları dinlerdik.Bizden büyük herkese ağabey der,ismiyle hitap etmeyi ayıp sayardık.Ve bizi,içlerinden her hangi biri,bakkala,veya herhangi bir yere göndermeleri, bizim için büyük onurdu.Mahallede kime odun veya kömür gelse,mahallenin gençleri el birliği ile teklif beklemeden gelir,onu taşırlardı. Büyüyünce de bu görevi biz severek yapardık.

Bu konuyla ilgili bir anımı aktarmak istiyorum:Ben henüz ilk okuldayken Aykut Nihal Ulusoy diye çok sevdiğim bayan öğretmenimiz vardı.Evine kömür geldiğini duyduk. Ama o kimseyi yardıma çağırmamıştı.Okul çıkışı,ben(lâzoğlu), Nurettin(muğriş),İsmail, Yusuf (öcü) eve bile gitmeden kara önlüklerimiz ve beyaz yakalıklarımızla yıldırım gibi koşmuştuk öğretmenimizin evine.Onun yardımımızı reddetmesine rağmen bizler güle oynaya ama çok yorularak kömürü çekmiş,eve de korkuyla gitmiştik.Kan ter içinde, üstüm başım iyice karaydı.Annem önce çığlık atıp,süpürgeyi kapıp üzerime hışımla yürürken,ben dimdik durup,olanları anlatınca,o öfkeli kadın bir anda öyle bir sevgi dolu bakmıştı ki…Üzerimdekileri çıkarıp beni teşt’e (o zamanın yıkanma büyük kabı) oturtup,yıkamıştı.Sabah okula geldiğimizde dört arkadaş,sanki eski tarihlerde büyük başarılar kazanmış,ünlü kahramanlar  gibiydik. Öğretmenimize yardım ettiğimiz duyulduğu için bize gıptayla bakıyor,kimi çağırmadığımız için kızıyor,kimi hayranlıkla seyrediyordu.Haber vermedik diye küsen Ergün Yıldız (rahmetli) gibi bir çok arkadaşımız olmuştu.Ne yazık ki şimdiki gençliğin bu yapılanı bir angarya yada enayilik gibi görmesi beni ziyadesiyle üzüyor.

Gene hatırlıyorum da,haftada birgün annem kilim,battaniye gibi büyük eşyaları yıkamak için evimizden epey aşağıda bileğim  kalınlığında buz gibi suyu akan iki oluklu “gümüşken”e giderdik.Oraya vardığımızda her zaman abartısız en az sekiz,on hanım ve çocukları olurdu .

Tokaç dediğimiz ağaçtan yapılma şeyle getirdiğimiz eşyaları döverek kirini akıtırdık.Ve hanımların ayak üstü mahallelerden derledikleri haberleri birbirlerine aktarmalarını dinlerdik.O dönemlerde belki yeterince paramız yoktu.Belki evlerimizde bırakın renkliyi,siyah-beyaz TV’de yoktu.Çamaşır makineleri hiç yoktu. Buzdolabı yerine tel dolabı vardı.İşte bu örnekleri oldukça çoğaltmak mümkün.Bu kadar yokluk içinde yardımseverlik vardı. Komşuluk vardı.Komşu komşunun külüne muhtaçtı.Bölüşmek vardı elindekini. Yabancıları tipine,giyimine bakmadan evine davet etmek vardı,Tanrı misafiri,diye. Yoksulların gururu incinmesin diye sabaha doğru dış kapı koluna ihtiyaçlarını bırakan zenginler vardı.Ramazanda mutlaka en az birkaç kez tanımadıklarımızı iftara habersizce alıp gelmek ve Allah ne verdiyse ikram etmek vardı.

İnsanlar besmeleyle açarlardı ev kapılarını ve işyerlerini.Ezan vakti camiye severek koşanlar oldukça fazlaydı.Bereket vardı,insanların yüzlerinde nuranî tebessümleri vardı.Çocuklar korkusuzca yatsı ezanlarına kadar sokaklarda ay gördüm,elim sende,birdir bir,uzun eşek.saklambaç oynarlardı.

Zamanın acımasız çarkları arasında bu Anadolu bozkırının yiğit insanları birer birer beyaz atlarına atlayıp,derelerinden balların aktığı,dallarında binbir çeşit kuşların öttüğü,ormanlarla kaplı adl cennetlerine göçtüler.Geriye ne yazık ki bir avuç tortu bırakarak,tıpkı memleketimin her yerinde olduğu gibi...

Ahh güzel zamanlar ah…