Kalbimiz bazen sevinçle bazen de hüzünle, geçmiş günleri: “Ah o eski günler! Ne güzeldi o günler” diye özlemle yâd eder. Evet, ne güzeldi o günler. Sabahleyin erkenden kalkılırdı. Büyüklerin idare lambasının loş ışığı altında huşu ile namaz kılışları seyredilir,  hararetle yanan sobanın etrafında toplanılır, demlenmiş çayın mis kokusu teneffüs edilir ve daha güneş doğmadan hazırlanmış kahvaltı sofrasında, büyüklerin besmelesi ve hoş bir sohbet eşliğinde kahvaltı yapılıp güne başlanırdı. Bu kadar erken güne başlanmasının sebebi herhalde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Allahım! Günün erken vakitlerini ümmetime bereketli kıl”[1] duası olsa gerekti.

O zamanlar toplumda geniş aile yapısı hakimdi. Aile, sanki boylardan oluşmuş küçük bir devlet gibiydi. Devlet başkanı dede, boyların beyleri babalar, ahali ise hatun anneler, kız ve erkek torunlardan oluşmaktaydı.

Dede, bey oğullara; hatun nine ise gelinlere, kızlara günlük yapılması gereken işleri taksim ederdi. Çocuklara da yaşlarına göre sorumluluk verilirdi. Sorumluluğunu yerine getiren çocuk mahallede arkadaşlarıyla buluşur saklambaç, körebe, çelik çomak, futbol vb. oyunları evden çağrılana kadar bıkmadan, usanmadan oynardı.

O zamanlar, ailenin bütün yükünü dede omuzlarında hisseder ve ferasetiyle aileyi idare ederdi. Oğullar, gelinler, kızlar ve torunlar büyüklerden hayatı öğrenirlerdi. Bu yüzden onlara saygıda asla kusur etmezlerdi. Onlar: “Büyüklerimizin (büyüklük) şerefini tanımayan bizden değildir.”[2] nebevî sözünü kulaklarına küpe edinmişlerdi.

Akşam olunca konu komşu ve akrabalar ziyarete gelir, hoş sohbetler edilirdi. Dedelerimiz kahramanlıklarını, askerliklerini anlatır veya Hz. Ali ve Hz. Hamza gibi kahramanların zaferlerini heyecanla anlatırlardı. Birlikle hareket edildiğinde zaferlerin, sen-ben denildiğinde de hezimetlerin kaçınılmaz olduğunu öğretirlerdi.

Manevi değerleri ailede büyükler hikayeler eşliğinde sevdirerek öğretirlerdi. Anne-babaya, nene-dedeye, eşlere, kardeşlere, akrabaya, komşuya, büyüğe ve küçüğe nasıl davranılması gerektiğini öğretirlerdi. Allah inancı, Peygamber, vatan, bayrak sevgisi ailede öğretilirdi.

Zamanla, bizlere hayatı, insanca yaşamayı öğreten dedelerimiz ve nenelerimiz sıkıcı gelmeye başladı. Daha sonra da anne ve babalarımız çekilmez oldular. Artık devlet gibi olan aile boylara bölündü, parçalandı.

Sevgi, şefkat ve merhamete dayalı aile yapısından, herkesin kendi maddi ve manevi çıkarlarını ön plana aldığı; sevgi, şefkat ve merhamet duygularının zayıfladığı bir aile yapısına doğru gidilmekte. Çocukların eğitimi, bakımı özel hizmetçilere; yaşlıların bakımı ise Sosyal Hizmetler’e yani huzurevlerine devredilmekte.

Çalıştığımız iş yerindeki mesai arkadaşlarımıza göstermiş olduğumuz sevgi ve saygıyı eşimize, çocuğumuza gösteremiyoruz. Çünkü sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle hayat, iş alanlarında yaşanmakta olup akşam anne ve baba yorgun argın olarak eve dönmektedir. Artık herkesin kendine göre bir hayatı var. Çocuklar kendi odalarında bilgisayar oyunlarında, anne-babalar sosyal medyada. Buluş bir araya gelmeleri sosyal medyada arkadaşlık isteklerinin kabul edilip edilmemesine bağlı.

Bizler: “Ah o eski günler! Ne güzeldi o günler” diye özlemle aileyi ve toplumu birbirine bağlayan o manevi atmosferi yâd eder acaba evlatlarımız da yaşadığımız bu günlerimizi yâd edecekler mi?