Bugün üçüncü gün…

Ve ben, önceki iki günde olduğu gibi bugün de "Müyesser Yıldız'ın başına gelenlerin yarısı bizim başımıza gelmiş olsaydı…" diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

***

***

Sabaha karşı evimiz mi basıldı; yüzünü bile yıkamadan o koşardı.

Hakkımızı, hukukumuzu koruyabilmek için, dev yüreğiyle parçalardı o minicik bedenini… Evimiz mi aranıyor, eşyalarımıza mı el konuluyor, avukatımız mı çağrılmadı; herhangi bir usulsüzlüğe geçit vermemek için kalkan olurdu.

Evimize, ailemize dönüp de son bir defa baktığımızda; gözümüz arkada kalmasın diye dağ gibi duruyor olurdu mutlaka yanlarında.

***

Gecenin bir yarısı kirli pusular mı kesti yolumuzu; taş, sopa, kan, revan, mermi gözü hiçbir şey görmez ne yapar eder, karanlıkları yırtar, cebindeki son kuruşa kadar harcar, ama bir şekilde yanımızda olurdu.

***

Başımıza ne gelmiş olursa olsun ve başımıza gelen şey yanımızda yöremizde bulunanlar için nasıl bir tehlike oluşturursa oluştursun, elimizi ilk tutan o olurdu. Öyle laf olsun diye de değil sımsıkı.

Sarılıp, cesaret nakleder gibi ilk sıvazlayan sırtımızı…

Saçımızı ilk okşayan…

Gözyaşımızı ilk silen…

Bir yudum su uzatmayı ilk akıl eden…

"Yalnız olmadığımızı" iliklerimize kadar ilk hissettiren o olurdu.

İki eli kanda olsa değişmezdi bu;

Evinin yolunu unutur ama bizi unutturmamak için dürtüp dururdu toplumu.

Kendisinden geçer, ekmeğinden, suyundan, uykusundan, evinin-ailesinin en temel ihtiyaçlarından geçer ama illa, her şeyin pahasına inandıklarının yanında dururdu; dimdik, -kimdi hatırlamıyorum, bir meslektaşımızın mesajında dediği gibi- bazen "sinir bozucu" da olabilecek şekilde milim esnemeden, eğilip bükülmeden.

***

Önceki gün, Ankara Adliyesi'nin önünde, ona destek vermek üzere yapılan açıklamanın fotoğraflarına baktım; derdine koştukları arasından derdine koşanların sayısı bir elin parmakları kadardı!

Ki tam da bu tekraren tuzağına düşmekte ısrar ettiğimiz büyük yanılgı;

"Cumhuriyet" gibi bir derdi olanları, "Atatürk" gibi bir derdi olanları; onları geçtim "demokrasi" gibi bir derdi olanları, "hukukun üstünlüğü" gibi bir derdi olanları, "hak" gibi, "adalet" gibi bir derdi olanları, konjonktürün, yeni dengelerin "gerektirdiğini" değil de zamana ve mekana bağlı olarak değişmez doğruları savunanları, hanidir, bir Amerikan sarmaşığı gibi "iklime göre renk değiştirerek" kuşatan bu susturuculu hizaya sokma idaresi "Müyesser Yıldız'ın derdi" değil ki; artık çoktan ezberlemiş olmamız gerektiği gibi yok saydıkça varlığını her birimizin hayatında hissettirmeye namzet bir musibet karşımızdaki.

***

Keza, köşelerinde, ekranlarında "tepki" gösterenlerin sayısı;

Gözaltına alındığı sabah haberi vermeye bile tenezzül etmedi bazıları. Neme lazım adını filan anarlarsa belki veba bulaşırdı!

Çoğu, açıklamayı yapan avukata mikrofonlarını uzatamadı; "kayıtlara geçerse" gözükmesindi logoları!

Medyanın "yeni normal"i de bu kaypaklık, bu riyakarlık olmalı!

***

Önce, adliyeye gitmek üzere hazırlanıp da, tam kapıdan çıkarken, "Evde çocuk var, ailede hemen her gün bir şekilde temas ettiğimiz 65 yaş üstü büyüklerimiz var, neme lazım…" diyerek, virüs belasına eve geri döndüğüm ve o yalnızlık fotoğrafının oluşmasına yol açanlardan birine dönüştüğüm için  kendime, bana, Selcan Taşçı'ya…

Sonra da Ankara'da yaşayıp da, geçenlerde sevgili Çiğdem (Akdemir)'in ifadesiyle "Yazsan suç, yazmasan suç" kıskacına karşı duruşunu ortaya koymak üzere yarım saatini bile ayıramayan bütün meslektaşlarımıza yazıklar olsun!

Bu tabloyu unutma ve affetme Müyesser Abla!

SORU-YORUM

Hadi diyelim, yandaş medyaya sızdırılan bilgi ve belgelerin gözaltındaki gazetecilerin avukatlarından gizlenmesi dosyadaki kısıtlama kararıyla ilgili, dilekçelerinin reddedilmesi kısıtlama kararıyla ilgili, evlerindeki aramada el konulan dijitallerin imajlarının alınmaması da mı kısıtlama kararıyla ilgili? Usulde yapılmış ve o dijitallerde herhangi bir oynama yapılması halinde sonuçları da, vebali de çok ağır olabilecek bir -kasıt değilse- yanlışlık değil mi? Sigara içmelerine izin vermemek de mi kısıtlama kararıyla ilgili? İşkence değil mi? Onun da içine sinmediği ve "yalnız" kaldığı aşikar olsa da sormak zorundayım; Adalet Bakanı mı üstlenecek, bu ve başka birçok nedenle yemek yemeyi reddeden Müyesser Yıldız'ın sağlığında oluşabilecek hayati bir tehlikenin, arazın sorumluluğunu?