Bazen bir aynanın karşısına geçip uzun uzun bakarız kendimize. Gözlerimizin altındaki çizgilere, dudağımızın kenarındaki yorgunluğa, eskisi gibi gülmeyen yüzümüze... Aynaya değil de, içimizde bir yerlere bakarız aslında. Sahi, en son ne zaman gerçekten kendimizi gördük?
Zaman geçiyor. Hayat dediğimiz bu telaşın içinde un ufak oluyoruz. Herkes bir şey istiyor bizden. İyi çocuk, iyi eş, iyi çalışan, iyi insan olmamız bekleniyor. Kırılmamak için eğiliyoruz. Susuyoruz. Görmezden geliyoruz. Ve fark etmeden yavaş yavaş kendimizi kaybediyoruz.
Bir gün fark ediyoruz ki, elimizde bir ayna var ama artık kırık. Parçalanmış, çatlamış... Her parçada başka bir yüzümüz var. Birinde çocukken kurduğumuz hayaller, diğerinde ertelediğimiz mutluluklar. Bir parça öfkeli, bir parça kırgın, bir parça sessiz. Ve biz bu parçalarda "hangisi gerçek ben?" diye sorup duruyoruz kendimize.
Kırık bir aynada kendimizi aramak çok yorucu. Her baktığında bir şey eksik. Her parça bir başka şeyi anlatıyor. Ama belki de bu yüzden gerçek. Çünkü insan, tek bir yüz değil. Sevinciyle, acısıyla, hatalarıyla, pişmanlıklarıyla bütündür. Ve bazen eksik yerlerinden tamamlanır, yaralı yerlerinden daha çok parlar.
Kendimizi ararken en çok kaçtığımız şey, kendimiz oluyor. Oysa belki de en çok durup dinlememiz gereken ses, içimizdeki o sessiz çığlık. “Ben buradayım” diyen, kimseye göstermediğimiz ama aslında en çok özlediğimiz halimiz.
Belki de yapmamız gereken şey, o aynayı onarmak değil. Onu olduğu gibi kabul etmek. Kırık, çatlak, yaralı... Ama yine de bizim. Çünkü gerçek yüzümüz, o parçaların toplamında saklı.
Ve unutma… Bazen insan, en çok kırıldığı yerden kendini bulur.