Bugünlerde neye baksak, daha fazlasını istiyoruz. Daha büyük ev, daha yeni telefon, daha çok takipçi, daha hızlı internet, daha çok kıyafet…
Ama asıl soruyu sormayı unutuyoruz: Gerçekten ihtiyacımız olan ne?
Eskiden insanlar bir eşyayı yıllarca kullanırdı, bir sofrada olanla yetinir, komşusuyla paylaşırdı. Şimdi ise bolluk içinde kıtlık yaşıyoruz. Ne kadar çok şeye sahip olsak da içimizde bir eksiklik hissi dolaşıp duruyor. Çünkü sahip olmakla mutlu olmak arasında ince ama derin bir fark var.
Azla yetinmek demek, yoksulluk değil. Tam tersine, elindekinin kıymetini bilmektir. Her şeyin fazlası göz boyar ama ruhu doyurmaz. Oysa az ama gerçek olan, insanı hem hafifletir hem zenginleştirir.
Küçük bir bahçedeki çiçeği izlemek, sevdiğinle içilen sade bir kahve, annenin yaptığı bir çorbanın kokusu… Bunlar “az” gibi görünür ama aslında en çok şey bunlardadır.
Tüketmeye değil, yaşamaya odaklandığımızda fark ederiz: Azla yetinmek, çok şeyi kazandırır. Huzuru, dinginliği, şükrü, içten gelen mutluluğu… Ve en önemlisi, insan olmanın asıl özünü.
Çünkü bazen hayatı zenginleştiren, ona daha çok şey katmak değil… sadeleştirmektir.