Bir sokak düşün… Bir yanda ağlayan bir çocuk, diğer yanda gözlerini kaçıran bir yetişkin.

Bir apartman düşün…
Yan dairede bir çığlık var ama duvarlar kadar kalın kulaklarımız var artık.
Bir dünya düşün…
Acının dili ortak, ama yüreklere çevrilmeyen gözler, hissedilmeyen kalpler var.

Giderek daha az üzülür olduk başkasının hikâyesine. Belki de artık üzülmekten yorulduk, belki de çok fazla acıya şahit olup hissizleştik.
Televizyonda bir felaket haberi izliyoruz, sosyal medyada başkasının yasına “beğeni” bırakıyoruz. Sonra hiçbir şey olmamış gibi başka bir videoya geçiyoruz.
Ne zaman bu kadar alıştık başkalarının kırılmasına? Ne zaman içimizdeki merhamet kapılarını kapattık?

Eskiden komşu hasta mı, hemen çorba kaynatılırdı.
Bir çocuk ağladığında herkes koşar, dizine sarılırdı.
Şimdi “Beni ilgilendirmez” cümlesi kadar keskin bir soğukluk var üzerimizde.
Oysa biz insanlar; duygudaşlıkla, yani “senin acını kendi acım gibi hissedebilmekle” büyüyen canlılarız.

Fakat ne yazık ki…
Gözlerimiz açık ama gönlümüz kapalı.
Kulaklarımız sağlam ama başkasının feryadına sağırız.
Biri anlatıyor derdini, biz bitmesini bekliyoruz. Çünkü içten dinlemeye vaktimiz yok artık.
Birinin gözleri doluyor, biz başka tarafa bakıyoruz. Çünkü bakarsak hissedeceğiz, hissedersek yorulacağız sanıyoruz.

Halbuki acı paylaşılınca hafifler. Birinin yüküne omuz vermek, sadece onu değil, insanlığımızı da ayağa kaldırır.
Kalbinin kenarına küçük bir yer ayır başkası için.
İlle tanıman gerekmiyor, ille çözüm bulman da.
Ama bir “yanındayım” demek bile bazen bir insanın yıkılmamasına yeter.

Biz acıya gözümüzü kapattıkça o büyüyor.
Görmezden gelinen her feryat, bir gün bizim sessizliğimizin aynasında karşımıza çıkıyor.
Ve en kötüsü de ne biliyor musun?
Acının değil, duyarsızlığın alışkanlık haline gelmesi…

Yüreğini koru.
Başkasının gözyaşı, senin insanlığını hatırlatsın.
Çünkü bir gün sen ağlarsın… ve biri seni duysun istersin.