Bir çiçek, toprağından koparıldığında ne kadar yaşar? Belki bir gün, belki üç.
Sonra solmaya başlar. Çünkü o çiçek için toprak yalnızca bir zemin değil; besin, hayat ve bağdır. İnsan da böyledir. Toprakla, rüzgârla, suyla, ağaçla bağı koptuğunda yaşar gibi görünür ama yavaş yavaş solmaya başlar. Ruhu kurur, kalbi daralır, gözleri yaşamdan uzaklaşır.
Günümüz insanı, doğadan uzaklaştıkça kendine de yabancılaştı. Beton duvarlar arasında doğayı sadece penceresinden izleyen; gökyüzüne başını kaldırmak yerine ekranlara eğilen bir nesil olduk. Sabah kuş sesiyle değil, telefon alarmıyla uyanıyoruz. Yağmurun sesini değil, bildirim sesini dinliyoruz. Parmaklarımız toprağa değil, sadece cam ekranlara dokunuyor. Oysa doğa bizim ilk yuvamızdı.
Bir ormanda yürüyen bir insan, kendi içine de yürür. Ağaçların arasından geçen rüzgâr, zihnindeki gürültüyü dağıtır. Ayaklarının altındaki toprak, ona nereden geldiğini hatırlatır. Gökyüzüne baktığında, ne kadar küçük ama bir o kadar da anlamlı olduğunu fark eder. Doğayla bağ kuran, kendini bulur. Çünkü doğa insana, insanlığını hatırlatır.
Ne zaman ki doğayı hor görmeye başladık, ilişkilerimiz de bozuldu. İnsan insana yetmez oldu, sabır azaldı, empati yitirildi. Çünkü içsel dinginliği sağlayan doğanın yerini yapay uyarıcılar aldı. Oysa bir çiçeğe su verirken gösterdiğimiz özen, bir insan kalbine dokunmanın provasıydı.
Kendimize dönmenin yolu, doğaya dönmekten geçer. Toprağa basmak sadece bir fiziksel temas değil; ruhsal bir bağlantıdır. Bir ağaca yaslanmak, bazen en iyi terapi olabilir. Gün batımını izlemek, hayata karşı minnettarlığın en sessiz ifadesidir.
Doğayla bağ kuramayan bir insan, kendine ayna tutamaz. Çünkü o aynada artık bulanık bir silüet vardır. Netleşmesi için suya, toprağa, göğe dönmesi gerekir. Köklerini hatırlaması gerekir. Köklerinden beslenen insan, meyve verir; sevgiyle, merhametle, anlayışla…
Doğayı sevmek sadece ağaç dikmekle değil; onu hissetmekle, onunla yaşamayı öğrenmekle başlar. Ve en önemlisi, doğaya saygı duymak, aslında kendine saygı duymaktır.