Bir zamanlar insanlar birbirini gerçekten dinlerdi…
Göz temasıyla, kalpten bir “anlıyorum” bakışıyla…
Sözler yarım kalsa da niyet tamdı.
Kalpler konuşurdu, kelimeler yorulmazdı.
Ama şimdi…
Sanki hepimiz sustuk.
Hayır, konuşuyoruz aslında – çok konuşuyoruz. Ama dinleyen yok.
Çünkü bu çağın gürültüsünde en çok anlam kayboldu.
Sesimiz var, ama yankı yok.
Artık bir annenin feryadı duyulmuyor mahallede.
Bir çocuğun ağlaması televizyon sesine karışıyor.
Bir yaşlının iç çekişi, kalabalığın adımlarına gömülüyor.
Ve bir gencin içindeki yalnızlık, sosyal medyadaki beğeni sayılarıyla örtülüyor.
Her şeyin içindeyiz ama kimsenin yanında değiliz.
Duygular susturuluyor, ihtiyaçlar erteleniyor, hakikat kulak ardı ediliyor.
Toplumca bir suskunluğun içine sıkıştık…
Ne derdimizi anlatabiliyoruz ne de başkasının acısına kulak verebiliyoruz.
Çünkü her şey hızla geçiyor:
Acı geçsin diye susuyoruz.
Kırıldığımızı belli etmiyoruz, çünkü anlatmak işe yaramıyor artık.
Ve zamanla susmak, alışkanlık haline geliyor.
En çok da bunu öğrendik: İçimize atmak.
Oysa sesini kaybetmek, sadece susmak değildir.
Anlamadığın hâlde “anlıyorum” demektir bazen.
Görmediğin hâlde “fark ettim” demektir.
Ve hissetmediğin hâlde “yanındayım” demektir.
İşte biz böyle böyle kendimize de, birbirimize de yabancılaştık.
Bu toplumun en büyük yarası bu:
Sesimiz var ama birbirimize ulaşmıyor.
Diller çalışıyor ama kalpler sus pus.
Peki, yeniden duymak mümkün mü?
Evet…
Bir selamla, bir “Gerçekten nasılsın?” sorusuyla, bir durup bakmakla…
Bir çocuğun gözlerine eğilmekle, bir yaşlının hikâyesine kulak vermekle…
Bir dostun sessizliğini fark etmekle…
Unutma, bazen bir ses, bir hayat kurtarır.
Ve bir toplum, yeniden sesini bulduğunda iyileşmeye başlar.