Bazen sokakta yürürken, kalabalığın içinde yüzlere bakıyorum. Kimisinin gözünde kırgınlık, kimisinin yüzünde yorgunluk, kimisinin de dilinde şikâyet… Ne garip bir hâle geldik. Kimimiz elindeki şansın farkında değil, kimimizse sınandığının. Sahip olduklarımızı görmezden gelip hep daha fazlasının peşine düşüyoruz. Mutluluğu hep bir adım ötede sanıyoruz.

Bir şeyler hep eksik gibi… Ama neyin eksik olduğunu da bilmiyoruz. Çünkü doyumsuzluğun içine düştük. Yetinmeyi unuttuk. Şükretmek, razı olmak, kabullenmek... Bunlar bize artık zayıflık gibi geliyor.

Kendimize yetemediğimiz gibi, başkalarına da huzur vermiyoruz. Hayatın içinde ne kadar öfke biriktirdiğimizin farkında bile değiliz. Sadece kendimize değil, sevdiklerimize de hayatı zorlaştırıyoruz. Oysa her birimizin sırtında görünmeyen yükler var. Belki bir sınav, belki bir kayıp, belki bir hayal kırıklığı...

Peki neden bu kadar çok başkalarının ne düşündüğüne takılıyoruz? Neden hayatlarımızı, başkalarını memnun etmek uğruna yaşıyoruz? Kendi mutluluğumuzdan vazgeçip, onaylanmak uğruna ruhumuzu yıpratıyoruz. Oysa yaşam bu kadar karmaşık olmak zorunda değil.

En büyük zenginlik, sade bir hayat sürüp huzurlu olmaktır. Kimsenin işine karışmadan, yargılamadan, kıyaslamadan yaşamak. Kendi iç sesini dinlemek. Hayatı sadece sahip olduklarınla değil, hissettiklerinle anlamlandırmak…

Hayat kısa. Ne kırılmaya, ne kırmaya, ne de her şeyi didiklemeye değecek kadar uzun değil. Gelin, biraz duralım. Bırakalım başkalarını memnun etmeyi. Biraz içimize dönelim. Kendimizi affedelim. Başkalarını da… Ve her şeyden önce, yetinmeyi hatırlayalım.

Çünkü bazen en büyük huzur, daha fazlasını aramaktan değil, olanla mutlu olabilmektendir.