Sabahları telaşla uyanıyoruz… Alarmın beş dakika daha ertelemesine bile razıyız.
Uyanır uyanmaz gözümüz telefonda, elimiz kahve fincanında. Aynı anda hazırlanıyor, mesaj cevaplıyor, bir yandan da aklımızda yetişmemiz gereken işler arasında kayboluyoruz. Hep bir yerlere yetişme çabasındayız. Ama gerçekten düşündüğümüzde; nereye yetişiyoruz biz?
Zamanın peşinden koşarken bir şeyleri kazanıyor gibi görünsek de, aslında birçok şeyi usulca yitiriyoruz. Mesela, kahvaltı sofrasında edilen sakin bir sohbeti… Göz göze bakarak edilen bir "günaydın"ı… Ya da annemizin sessizce koyduğu çayın buharında saklı sevgiyi…
Hep bir "sonra yaparım" cümlesi var dudaklarımızda. “Sonra ararım, sonra giderim, sonra söylerim.” Ama zaman, bize bu “sonra”ları her zaman vermiyor. Bir bakmışız, aramayı düşündüğümüz kişi artık aranamıyor, gitmeyi planladığımız yer kapanmış, söylemek istediğimiz söz içimizde buruk bir sızıya dönüşmüş.
Zaman bize adil davranmıyor olabilir, ama biz de zamana adil davranmıyoruz. Onu sadece bir ölçü, bir hedef gibi görüyoruz. Oysa zaman, yaşanması gereken bir şey. An dediğimiz o küçücük boşlukta saklı aslında tüm hayat.
Bir çocuğun yürümeyi öğrendiği o ilk an, bir babanın sırtına usulca yaslanan bir evladın güveni, bir dostla içilen sade bir kahvenin hatırı… Bunlar hep o "acele etmediğimiz" anlarda oluyor. Zamanı kovalamadığımız, onunla yürümeyi seçtiğimiz zamanlarda.
Bugün belki de biraz durmalıyız. Kalabalığın içinde bir köşeye çekilip kendi iç sesimizi duymalıyız. Bir fincan çay alıp pencereden dışarı bakmalı, o çok telaşla geçtiğimiz sokaklarda hangi duyguları bırakıp gittiğimizi düşünmeliyiz.
Belki de zamanın peşinden koşmaktan vazgeçmeli, onunla dost olmalıyız. Çünkü zaman, kaçan bir düşman değil… Hissederek yaşadığımızda bize en güzel anları sunan bir armağan aslında.